Geçen değil, ondan önceki kış mevsiminde bir köpek bacağımı ısırdı. Sabah yürüyüşüne çıkmıştım. Ankara'yı bilenler bilir. Güvenlik caddesinin sonu yokuştur. Birçok semt sakini de köpeklerini o hat üzerinde gezdirir, sohbet eder. Yürüyerek tırmandığım yokuşun sonuna gelmek üzereyken, karşıdan bir köpek grubunun koşarak indiğini gördüm. Sayıları dört ya da beşti. Kontrolsüz ve sinirli görünüyorlardı. Aramızdaki mesafe ise 10-15 metre civarıydı.
Telaşlanmamaya çalışarak (kendimce) sakin adımlarla yolun karşısına geçmeye yöneldim. Trafik akıyordu. Yolun bir yarısını diagonal olarak geçince rahatladım. Köpeklerin geçip gittiğinden, dahası hareket halindeki araçların önüne atlayıp peşimden gelmeyeceğinden emindim. Fena yanıldığımı birkaç saniye içinde bacağıma aniden saplanan keskin bir acıyla anladım. Boğazımdan gayriihtiyari bir çığlık koptu. Trafik durdu. Arkamı döndüm, ekibin en önündeki boz renkli köpek peşimden gelerek ısırmıştı. (oğlumun anlatımıyla bir "kırt" almıştı.) Caddede yankılanan sesimden ürküp uzaklaştı. Bacağımın arka alt kısmındaki derin diş izlerinden kan sızıyordu. Az ilerideki şantiyeden bir adam -bekçi olmalıydı- elinde kolonya, koşarak geldi. "Ben kovaladım az önce onları" dedi. İçimden iyi yapmışsınız dedim; ama içimden.
Kuduz aşısı için hastaneye gitmeden önce mikrop öldürücüyle pansuman yapmak üzere eve yöneldim. Yolda bir komşumuzla karşılaştım. Köpek ısırdığını söyleyince "Geçmiş olsun" dedi ve beni "beşli çetenin" mi ısırdığını sordu.
Böylesi bir anda, yazılarımdan hareketle kinaye yapacak biri değildi. "Nasıl yani?" dedim. Meğer o köpek grubu semtimizde ünlüymüş, "beşli çete" diye anılıyormuş. Biri daima önde, o sokak benim bu sokak senin birlikte gezdikleri, her yere girip çıktıkları için bu isim takılmış.
Komşumuz bilgi vermeyi sürdürüyordu. "Beşli çete"nin kentsel dönüşüm kapsamında yıkılan bir villa benzeri apartmandan kalan molozlar arasında barındığını, soğuktan korunmaya çalıştıklarını, ancak birkaç gün önce oraya iş makinelerinin girmesi nedeniyle yersiz kaldıklarını söyledi. Son günlerde artan hırçınlıklarının da bundan kaynaklanabileceğin ekledi.
Komşumuzun tarif ettiği binayı biliyordum. Orası, biraz yukarı kısımda Sedat Peker'in üç yıl önceki seri videolarından birinde genel başkanı dolayısıyla bahsettiği MİSİAD'ın eski genel merkeziydi.
Manzara Türkiye'de gazetecilik yapan biri için gerçekten ironikti: MİSİAD'ın kentsel dönüşüme tabi olduğu için yıkılan eski genel merkezine sığınmış ama artık bimekan kalmış ve "beşli çete" lakabı takılmış bir köpek grubunun lideri tarafından ısırılmıştım.
Ne var ki macera burada bitmeyecekti.
Kuduz aşısı için en yakındaki özel hastaneye gittiğimde, acil serviste karşılayan doktor, mikrop öldürücü solüsyon sürerek yapılması gerekeni zaten yaptığımı, daha fazlasının ise o hastanede mümkün olmadığını söyledi. Kuduz aşısı, o tanınmış büyük özel hastanede bulunmuyordu. Bilkent Şehir Hastanesi'ne gitmem gerektiğini söyledi. Ankara'da neden başka kamu hastanesinde kuduz aşısı bulunmadığını sordumsa da yanıt alamadım.
Yine de sorumun cevabı konusunda fikir yürütebilecek bir yurttaş olduğum söylenebilirdi. Bir kere aşı üreten Hıfzısıhha Enstitüsü yirmi yıl önce kapatılmıştı. Şehir hastaneleri yapılacak diye birçok kamu hastanesinin kapatıldığını da yıllardır bizatihi bendeniz yazıyordum. Dahası bu konuda bir de kitabım çıkmıştı.
Çaresiz, ilk kez Covid aşısı için gittiğim 20 km mesafedeki Bilkent Şehir Hastanesi'ne bu defa da kuduz aşısı için gidecektim. Gittim de. Bütün işlemler gayet süratli ve olması gerektiği gibi yapıldı. Kaydım alındıktan sonra aşı odasına yönlendirildim. Kapıdan içeriye girdiğimde güler yüzlü iki kadın sağlık görevlisiyle kısa bir sohbetimiz oldu. Yazılarımı okuyorlardı. Aşı işlemi bittikten sonra bana şehir hastanesi hizmetini nasıl bulduğumu sordular. Ben de kendilerine görevlerini bu kadar özenli yaptıkları için teşekkür ettikten sonra, gazeteci olarak bu konudaki itirazlarımın, kamu kaynaklarının hoyrat kullanımı olduğunu bir kez de bir şehir hastanesine başvuran hasta olarak dile getirdim. Köpeklerle ilgili bir başvurumun olup olmayacağı sorusuna ise bunu düşünmediğimi söyledim.
"Uyutma" ve manipülasyon
Bir şey anlatırken kullanılan dil, seçilen sözcükler, sadece anlatılan konu değil, anlatıcı, aktarıcı hakkında da fikir verir. Örneğin bir canlı türünün hayatına plan ve program dahilinde, kasten ve taammüden son verilmesini "uyutma" diye tarif etmek, bu tanımda karar kılan zihniyetin riyakâr ve maniplatif olduğunu düşündürüyor.
Öldürme amaçlı enjeksiyon işlemini "uyutma" gibi insani, yumuşak bir kelime seçerek anlatmanın başka bir izahı yoktur. Dahası, amacı ve sonucu öldürme olan bir işlemi, kanun maddesine "uyutma" diye yazmak, kelimeyle tuzak kurarak meşruiyet devşirmektir.
Söz konusu yasa taslağı maddesinin yazımına çalışanlar, enjeksiyon ile öldürme işlemini "uyutma" kelimesiyle tanımlayanlar, sahipsiz köpeklere yönelik planlanan bu işlemin kamusal yararına güveniyorsa, başka sözcüklerin masumiyetinden medet ummak yerine açık açık doğru kelimeyi kullanmalı.
(Bu arada kanun koyucunun hakkı büsbütün de yenmemeli. Taslak metinden yansıyan haberlere göre, önce 30 günlük sahiplendirme süresi tanınacakmış. 30 günde sahiplenme olmazsa "uyutulacakmış" köpekler.)
Bu hazırlığın amacı, başıboş köpeklerin sebep olduğu ölümlerdeki artış olarak açıklanıyor. İnsan olan kimse, sahipsiz köpeklerin insanlar için tehlike oluşturmasını savunmaz, savunamaz.
Ancak böyle bir sorun, adeta toplu bir köpek kurban törenine hazırlanır gibi başıboş köpekleri öldürerek de çözülemez. Canlılardan söz ediyoruz. Dünyayı birlikte paylaştığımız canlılardan.
Karar vericiler ne kadar farkında bilmiyorum ama köpekleri yasa çıkarak öldürmek, toplumsal sorunlarımızı azaltmaz, büyütür.
İnsani ve vicdani bir çözüm bulunması ve buna ek olarak asıl derdi yoksulluk olan toplumun bir de köpeklere yönelik "uyutma" katliamı üzerinden kutuplaşmasıyla sonuçlanacak girişime karşı durmak gerekiyor.
https://t24.com.tr/yazarlar/cigdem-toker/uyutmak-degil-oldurmek,44955