Diyanet İşleri Başkanı bir kez daha eleştiri oklarının hedefinde.

30 Ağustos hutbesinde bir kez daha Atatürk’e bir rahmet dilenmediği için eleştiriliyor.

Deniz Ayhan’ın Sözcü’deki haberine göre göreve başladığından beri 7 yılda 42 ülkeyi gezmiş ama bir tek kez bile Anıtkabir’e yolu düşmemiş.

Cami temel atma töreni için gittiği Tunceli’de, Pertek’ten Elazığ’a geçmek için kendisine feribot tahsis edilince vatandaşlar saatlerce kuyrukta beklemek zorunda kalmışlar filan.

Max Frisch’in, Stiller isimli romanını okumuş muydunuz?

Romanın kahramanı Mr. White İsviçre’ye giderken trende yapılan kimlik kontrolünde, uzun süredir kayıp olan Stiller isimli bir heykeltıraşa çok benzediği gerekçesiyle gözaltına alınıyor.

Adam Stiller olmadığını, başkası olduğunu ısrarla anlatıyor. Ama dinleyen kim?

Stiller’in karısından tutun da savcıya, cezaevindeki gardiyanlara, yengesine, eski arkadaşlarına kadar herkes trende bulunan adamın Stiller olduğunda ısrar ediyor.

İnsanın kendini arayışı ile ilgili nefis bir öykü.

Bir başkası olmadığını, kendisi olduğunu anlatma çabasının yarattığı gerilimle roman sürüp gidiyor. Sonunu anlatacak değilim tabii, okumanızı öneririm.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ı, Mr. White’a benzetiyorum.

Adam ısrarla Mr. White olduğunu söylüyor ama herkes ondan Stiller olduğunu kabul edip, öyle davranmasını bekliyor.

Erbaş’tan Anıtkabir’e gitmesini, Atatürk ruhuna Fatiha okumasını filan beklemeyin. O öyle birisi değil. Cibilliyetinin gerektirdiğini yapıyor, hepsi bu.

Açıkça söylemeye cesaret edemese de kalbinde Dürrizade sevgisiyle yaşıyor, kim bilir belki de kendisini Dürrizade’nin koltuğunda oturuyor bile zannediyordur.

Memleketimizin Siyasal İslamcılarının, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına, saltanatın ve hilafetin kaldırılmasındaki rolleri nedeniyle “düşman gözüyle” baktıkları bir sır değil.

Bugün iktidarda bulunan kadro da ilk siyasal bilinçlenmelerini bu duygular içinde yaşadı.

İdeolojik müktesebatları, biraz da yalanlarla beslenmiş bu düşmanlıkla malul.

Kurtuluş Savaşı’na elbette itiraz edemiyorlar ama ideolojik körlükleri, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının o savaştaki rollerini görmelerine engel.

O savaş kazanılmasaydı, belki de imam değil papaz olacaklardı, kim bilir belki de tellak olup, Galatasaray Hamamı’nda kese atıyor bile olabilirlerdi. Bunu bilemeyiz.

Damat Ferid hükümetinin Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah ile kan kardeşi bunlar. Cibilliyetleri öyle şekillenmiş.

Dürrizade Abdullah, Kuvayı Milliye komutanlarının katli için halefi Mustafa Sabri tarafından yazılmış beş ayrı fetvanın altına imza attı.

O tarihte Dürrizade gibi düşünenler hedeflerine ulaşabilmiş olsalardı, büyük olasılıkla bugün İstanbul, İzmir, Antalya, Maraş gibi şehirlerde bir Türk varlığından da söz edebilmek mümkün olamayacaktı.

Ve unutmayın ki Erbaş’ın başında olduğu kurumun yayınladığı İslam Ansiklopedisi Dürrizade’den “beyefendi” diye söz ediyor.

Onun için Diyanet İşleri’nin başındaki Dürrizadelerin hutbelerde Mustafa Kemal’den söz etmemesine hiç şaşırmayın.

23 Nisan, 30 Ağustos, 29 Ekim onlar için bayram değil, matem günü.

Evlerinde gizli gizli ağlıyor bile olabilirler.

Bu arkadaşlar Fesli Kadir kadar dürüst olamadıkları için “keşke Yunan kazansaydı” diyemiyorlar, onun yerine Kurtuluş Savaşı’nı yürüten, kazanan ve Cumhuriyet’i kuran kadroları yok saymakla ruhlarını tatmin ediyorlar.

Mustafa Kemal’i unutturmak, tarihten silmek için yaptıkları her şeyin, tam tersi sonuçlar verdiğini gördükçe, eminim Meşihat’ta çubuğunu tüttürürken Kuvayı Milliye zaferlerini haber alan Dürrizade’nin yaşadığına benzer kâbuslar yaşıyorlardır.

Dürrizade, Kurtuluş Savaşı’nı Türkler kazanınca önce Rodos’a gitti, ardından Dünya Savaşı’nda İngilizler ile el ele verip Osmanlı Ordusu’nu sırtından vurması için Arabistanlı Lawrence’in para ve silahla beslediği Şerif Hüseyin’e sığındı, orada da öldü.

Bütün mesele cibilliyet ile ilgili.

Bunların cibilliyeti böyle, ısrar etmeyin, değişmezler. Onların edemediği duayı siz edin, aynı yere vasıl olur nasıl olsa.

* * *

Şahsımı yetkilendirdim. İmza: Kendim!

Önce masanın karşısına oturuyor, kendisini yetkilendiren yazıyı yazıyor. Sonra o koltuktan kalkıp, karşıdaki koltuğa oturuyor ve kendisini yetkilendiren kararnameyi onaylıyor!
 “Üst Kademe Kamu Yöneticileri ile Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Atama Usullerine dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kararname”, Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Artık Türk devlet geleneğinde böyle bir şey oluştu.

Tek adam yönetimine geçtiğimizden bu yana hiçbir iş doğru dürüst ve bir kerede yapılamadığı için “kararnamede değişiklik yapan kararnamede değişiklik yapan kararnamedeki değişiklik” gibi başlıkları olan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri yayınlanıyor.

Bu sefer yapılan değişiklik ile Cumhurbaşkanı’nın atama yetkileri genişletildi.

Eskiden bazı atamalar, ilgili bakanlık ve kurumca belirlenip Cumhurbaşkanı’nın onayına sunuluyordu. Artık buna gerek kalmadı, Cumhurbaşkanı kendisi seçip, kendisi tayin edecek.

Böylece Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Bakanlar da istedikleri bir memuru, üst görevlere atayamayacaklar.

Mesela 81 ilin Emniyet Müdürlerini, valilerini, kaymakamlarını filan tek tek kendisi belirleyecek.

Cumhurbaşkanı, bütün bunları tek başına nasıl yapacak derseniz, dert değil, yapamıyor zaten.

Yapabiliyor olsaydı, memleket bu halde olur muydu?

En güzeli de “Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini genişleten Cumhurbaşkanlığı kararnamesini imzalayanın da Cumhurbaşkanı” olması.

Önce masanın karşısına oturuyor, kendisini yetkilendiren yazıyı yazıyor.

Sonra o koltuktan kalkıp, karşıdaki koltuğa oturuyor ve kendisini yetkilendiren kararnameyi onaylıyor!

Fıkra gibi ama gülmeyin!

https://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-y-yilmaz/adami-zorlamayin-cibilliyeti-boyle,46207